Pandemi dünyanın her yerinde insanların hayatını önemli ölçüde değiştirdi. Bendeki değişim doktora öğrenimimi online olarak sürdürmemden kaynaklanan, bilgisayar karşısında geçirdiğim vakitlerin artması ile -belki de hayatımın bu şekilde büyük ölçüde dijitalleşmesine bir tepki olarak- daha önce yalnızca bilgisayar ortamında ürettiğim çizimlerin başlangıcına doğru bir arayış içerisine girmem yönünde oldu. Bu arayışın sonunda eskize ulaştım. Mürekkep, tarama kalemi, suluboya, fırça gibi yeni malzemelerle tanıştım. Tüm bunlar, tarihi çok eskiye dayanan ve en ilkel eylemlerden biri olan “çizme” eylemini yeniden düşünmemi ve gerçekleştirmemi sağladı.
“Gezme” eyleminin ise sokağa çıkma yasaklarıyla birlikte oldukça sınırlı hâle geldiği yeni yaşam düzenine alışmaya çalışırken, daha önce yürüyerek deneyimlediğim sokakları da internetten sokak görüntüleri eşliğinde görmeye başlamıştım. Önceleri yalnızca adres ararken kullandığım sokak görünümü (street view) uygulamaları bu anlamda benim için yeni bir araca dönüşmüştü. Her yaptığım eskiz adeta, yeni bir coğrafyada, yeni bir yolculuğa çıkmaktı. Bazen iyi bildiğim veya kısmen aşina olduğum yerleri gezerken, bazen de hiç gitmediğim coğrafyaları keşfe çıkıyordum. Bu dijital yürüyüşler sırasında, kimi zaman bir evin karşısında veya bir caddenin sonunda durarak gördüklerimi çizmeye çalışırken buldum kendimi. Gördüğüm yerleri bu defa dijital bir araçla, bir fotoğraf makinesiyle kaydetmek yerine el çizimiyle kayıt altına alarak belgelemiş oluyordum. Sokaklar, caddeler, parklar, evler kısaca kente dair her şey; dokunduğum, kazıdığım, sildiğim, karaladığım, kurusun diye üflediğim, kendine ait bir kokusu ve dokusu olan kağıtlarda belirdi. Pandemiden önce yürüyerek gerçekleştirdiğim arşivleme ve belgeleme edimlerine nasıl ki fotoğraf makinesi aracı oluyorsa, ekran karşısında gördüğüm imajları aktarırken de eskiz benzer bir misyonu karşılıyordu böylece. Sürecin farkı ise, daha önce fiziksel dünyaya ait görüntüleri, fotoğraf makinesinin dijital ekranına aktarmak yerine, bu sefer tam tersine dijital bir arayüzde gördüğüm sanal görüntüleri dijital olmayan bir nesneye, kâğıda aktarmaktı. Ancak bu “belgeleme”, çizerek aktarmanın yarattığı zihinsel süreçleri içerecek şekilde bu defa kendi algım, becerim ve elimdeki mevcut suluboya renk paletinin imkânlarıyla gerçekleşiyordu. Sonuç ürünün hatalarıyla, kusurlarıyla, nihayetinde dijital olmayan bir yerde; kâğıt üzerinde oluşması farklı bir deneyime ve heyecana yol açıyordu. Kâğıt, yanlışlıkla damlayan boyalarla, fazla suyun oluşturduğu kabarmalarla, bastırılmış kalemin oluşturduğu çukurlarla, tüm sürecin silinmez bir kaydını çıkarıyor ve adeta zamanın izlerini de arşivliyordu.
Çizdikçe kâğıdın niteliklerini, boyanın suyla karıştığı andaki davranışını, fırçanın kesik veya yuvarlak uçlu oluşunun kâğıtta bıraktığı etki farklarını keşfetmeye başladım. Sonraki süreçte ise bu dijital yürüyüşlerde gördüklerim ve çizdiklerim zamanla zihnimde imgeler oluşturmaya, bu imgeler de bir çeşit kolaja dönüşmeye başladı. Böylelikle daha yaratıcı bir süreci keşfettim: gördüklerimi doğrudan kağıda yansıtmak yerine zihnimde kalan fragmanları aktarmayı; hiçbir yerde var olmayan ancak her yerde olabilecek kent imgelerini çizmeyi…
Betül Toy, 2013 yılında mimarlık bölümünden, 2016 yılında Mimari Tasarım yüksek lisans ve 2020 yılında ise Mimarlık Tarihi yüksek lisans programlarından mezun oldu. Çeşitli ofislerde mimar olarak çalışmasının ardından yüksek lisans sürecinde Yapı Dergisi’nde editör olarak çalıştı. 2020 yılında başladığı İTÜ Mimari Tasarım doktora programında öğrenimine devam ediyor. Akademik ve editoryal çalışmalarının yanı sıra pandemiyle birlikte başladığı suluboya ve eskiz çalışmalarını da sürdürüyor.