“Güneşin hiç batmadığı imparatorluk” ifadesi (İspanyolca: el imperio donde nunca se pone el sol), dünyanın en azından bir kısmında her zaman gün ışığının göründüğü çok büyük bir dünya imparatorluğunu tanımlamak için kullanılmış. Güneşin doğduğu her yere hükmeden imparatorluk anlayışı esas olarak, küresel ölçeğe ulaştığı 19. ve 20. yüzyılın başlarında Britanya İmparatorluğu tarafından da kullanılmıştır. İngiltere’nin çoğunlukla güneşe küskün havasında sahip olduğu İmparatorluk mirasının izleri etkileyici Londra manzarasının önemli bir parçası… 2017 yılının temmuz ayında öğrencilerimizle Londra’ya gitme hayallerimizi 15 günlük bir gezi ile gerçekleştirdik. İngiltere’nin neredeyse genelinde görülen kozmopolit yapı, Avrupa’da en çok göç alan şehir olarak Londra’nın da gerçeği. Tarihi mirasını modern dünyanın gerçekleri ile yaşayan Londra’yı ziyaret etmek önemli bir yolculuk anısı sağlarken, İngiltere’nin diğer şehirlerindeki kentsel yaşamına dahil olmakta bir o kadar heyecan vericiydi.
Konakladığımız 15 gün boyunca gezimizin merkezi olan Leicester, sanayi devriminin İngiltere’de ilk yaşandığı şehir olarak da bilinmektedir. Şu an apartman kimliğine sahip birçok yapı, önceden fabrika olarak üretimin içindeyken mekânsal politikalara dayalı kararlar, şehri tarihi miras dokusu ile yeşil sistemin güçlü bir şekilde kendisini sunduğu bir yer haline getirmiş.
Öğrencilerimizle konakladığımız Leicester Üniversitesi’nin yurdu da bu yeşil sistemin önemli bir parçası olan Victoria Park’ın yanında yer almaktaydı. Yemyeşil bir alana yayılmış sessiz, sakin fakat bir o kadar da samimi bir kampüs. Doğanın adım başı karşımıza çıkardığı sincaplar sayılarının çokluğuna rağmen her seferinde fotoğraflarını çekmeye vakit kalmadan koca ağaçların gövdelerinde kayboluyorlar. Uzaklardan gelen baykuş sesine karşılık veren bir öğrencimiz sohbetinin devamı gelinci hepimiz için eğlenceli anlar yaşandı. Gündelik şehir yaşamanın içinde gündemimizin tamamen dışında kalan doğa ile kurduğumuz bu güzel temas belleğimizdeki kent manzarasını çok başka bir dünyaya taşımıştı.
Şehir merkezinden uzakta olsa da ulaşım seçenekleri ve çevrili olduğu kentsel hizmetler açısından bu yer son derece konforlu bir yaşam ortamı sunmaktadır. 10 dakikada turlanan kampüs, 5 dakikalık mesafede market ve şehir merkezine otobüsle veya arabayla 15 dakikada erişebilmek günü herkes için verimli hale getiriyordu.
Trafik çilesine alışmış bir İstanbullu olarak 15 dakikada rahatça bir yere ulaşabilmenin konforu karşısında ulaşımın bizi telaşa düşürdüğü tek nokta trafiğin soldan akması sebebiyle yaşadığımız zorluktu. Fakat trafiğin kullanımındaki bu farklılık sadece sürücü koltuğu ile sınırlı değildi yaya olarak devam ettiğimiz noktalarda rehberimiz özellikle ilk günler olduğu için caddelerde bizim karşıya geçmemiz için araçları durdurdu ve güvenle geçmemize yardımcı oldu. Yaya olarak yaşadığımız komik anların temelinde alışık olduğumuz davranış biçimi yer almaktaydı. Araba gelince ezilme korkusunun etkisiyle motorlu araca yol vermeyi planlarken sürücünün geçiş iznini bize bırakması alışkanlığını sürdürmeye devam ettiğimiz bir diyaloğu başlattı. Yine de ‘’Buyurun siz geçin!’’ işaretine sürücüden gelen karşılık benzerdi. Karşıya geçtiğimizde rehberimiz İngiltere’nin kurallar konusunda çok hassas olduğunu ve cezai yaptırımların çok katı ve pahalı olduğunu belirtirken işin özünü oluşturan yine de toplumun sahip olduğu ortak bilinç seviyesiydi.
Merkezde, bulunan ve Bakırköy meydanına andıran meydanda çeşitli merkezleri, kafeler, sinema ve tiyatro salonlarının yer alması üniversite kenti kimliğine sahip bu yeri öğrencilerinin çoğunluğu için keyifli bir bölgeye dönüştürüyor.
İki tarafında uzun ağaçların sıralandığı yoldan kampüse dönerken, kentin tüm peyzajı ile sakin bir yürüyüşü deneyimlemek günün yorgunluğunu en iyi şekilde nihayetlendirmeyi sağlıyordu. Yoldan geçen tek tük araba eşliğinde yeşilliğin içinde sessiz sakin gerçekleştirilen yürüyüşü bu kadar özel kılan kentin yapılı çevresinin mütevazı ölçeğiydi. Diğer taraftan saat 22.00’de kararmaya başlayan hava kent yaşamını daha aktif hale getirmekteydi.
Kent peyzajının önemli bir parçası olan yağmurun geziyi kolaylaştıran mikroklima dengesi İngiltere deneyimini her anlamda farklılaştırmaktaydı. Özellikle yemyeşil ağaçların etrafını sardığı Leicester şehri, temmuz ayının alışık olduğumuz sıcağından uzak, 13-14 derece ile 2 saatlik mesafedeki Londra yolculuğuna hazırlığı kolaylaştırıyordu.
Yumuşak grilikteki gökyüzünde ara ara beliren güneşin ışıltısının, tarihi yapıları sardığı Londra’yı belleğimizde yer eden imajların beklentisi ile karşıladık yolculuğumuzun sonunda. Canlı yeşil dokusu ile kendini tüm bu ışıltıya rağmen daha da davetkar kılan Hyde Park, Londra’nın ifade özgürlüğünün simgesi merkezinde kısmen tanış olduğumuz bir ortam sundu bize. İnsanların dinlendiği, sohbet ettiği, piknik yaptığı bu yerin belki de en tanıdık imajları kentlerimizin bulabildiğimiz tüm yeşil alanlarına konumlandırdığımız kamp sandalyeleriydi. Yoğun bir yapılı çevrenin içinde derin bir yeşillik ve bu tuhaf dinginliğin etrafını sarmaladığı George Orwell, Karl Marx gibi güçlü karakterlerin konuşmalarını yaptığı Speakers Corner’ı geride bırakırken yapay bir göl olan Serpentine’in eşsiz bir manzarası ile karşılaşıyoruz. Çeşitli spor aktiviteleri ile birlikte park aynı zamanda maraton koşuları ile birlikte farklı kategorilerde yürüyüşler için de rotalara sahip. Bu ise kentin merkezinde önemli bir yaşam konforu sağlıyor.
Caddelerin telaşına daldığımızda görmeyi beklediğimiz imajlara çok da uzak olmadığımızı fark ediyoruz. İngiltere’nin en ikonik yapısı Big Bang saat kulesi, Westminster Sarayı ve Kilisesi’nin sığdığı tek bir fotoğraf karesi turistler tarafından İngiltere’nin belki de en çok tüketilen manzarası. Neredeyse işlevini tamamen kaybetmiş olan kırmızı telefon kulübeleri ise etrafa dağıtılmış kent belleğine dair bir güzelleme misali… Griliğe kontrol bu öğelerin diğer tamamlayıcı parçaları ise kırmızı posta kutuları ve katlı kırmızı otobüsler. Şehrin bu simgeleri tüm dükkanlarda farklı içeriklerde pazarlanabilir nesnelere döndürülmüşken kenti farklı farklı platformlarda deneyimler hale geldiğinizi fark ediyorsunuz.
Keşfedilecek birçok bakının içinde London Eye’ın kent manzarası içindeki konumlanışı belki en etkileyici olanlardan biri. Yapısal ihtişamı amaçlanarak yükselmiş olan pek çok dönem eseri gibi Londra’nın tarihsel kronolojisinde çağın simgesi olarak varlığını sunan bu mega proje oldukça güçlü bir silüet etkisine sahip.
İmajların bizi bağladığı ipin rotasında Buckingham Sarayı yer alıyor. Fotoğraf karesinde kayda alınması turistik rehberlerde sanki olmazsa olmaz olarak tanımlanan bir ritüel bu tarihi mirastan daha fazla miras değerine sahip; törensel içeriği ile muhafız değişimi… Turistler dışında sarayın önündeki hareketliliğin diğer nedeni ise ellerindeki protesto pankartları ile seslerini duyurmaya çalışan göstericiler.
Kentin erişilebilirliğinde bisiklet oldukça önemli bir kullanım alanına sahip. Trafikteki belirleyici kuralların riayetini ciddi bir dikkat gerektiren bu hareketlilik kendi ulaşım alışkanlıklarımızda tam anlamıyla karşılığını bulmayan bir durum. Bu nedenle birkaç defa ikaz almış olmak son derece güvenli şekilde akan farklı hareket modlarını biraz daha merakla keşfetmemize neden oluyor. Kaldırımlarda görünmez kesit aralıklarında hareket ediyor olmak kaotik kalabalığın kent yaşamına dair en önemli kurallar bütününü oluşturuyor.
Takip edilen yolun bizi buluşturduğu canlılık ise Oxford Street’in mağazalar ve kafeleri içeren capcanlı bölgesi. Kırmızı otobüsler ve bayrakların süslediği caddenin tanıdık yerel zincir markalarından birine rastlamış olmamız ise hoş bir tesadüf oluyor tüm ekip için. Birbirine bağlanan ticari akslar üzerinde yer alan ödüllü restoranlar ve yaşam merkezleri kent tarihinde fonksiyonel devamlılığa da sahip. Gündüzün etkili manzarası kadar gecenin ışıltılı görüntüsü ile de canlılığı besleyen alandaki oyuncak mağazaları sanırım her insanın içindeki çocuğu uyandırabilir nitelikte.
“İp çok ama ben uçlarını bulamadım.”
Sherlock Holmes
Baker Street 221B kentin belki de en heyecan uyandıran adresi. Sir Arthur Conan Doyle ve ünlü kurgusal dedektif romanı Sherlock Holmes. Sherlock Holmes ve yardımcısı Doktor John Watson’ın hikayelerine çatı olan bu adres ile bizi buluşturan yolculuğumuz metro istasyonu ile başlıyor. Yılların yıpranmışlığı bir yana yolcu kalabalığı gezinin dikkat noktasını başka bir yere çekmişti. Kalabalığı benzer olsa da taze nefes İstanbul metrosundan sonra farklı bir hava soluyorduk. Diğer taraftan bu eskimişlik mühendislik ve planlamada erken katedilmiş bir yolunda göstergesiydi. 1863’te dünyanın ilk metro sistemi olarak inşa edilmiş bu yapı turun farklı bir keşfi haline dönüştü. Üstelik dünyanın ikinci, Türkiye’nin ilk yeraltı sistemi olan Tünel fünikülerini düşününce daha da anlamlı hale geldi öğrenciler için.
Metrodan inip sokağa girer girmez kulaklarımızda Benedict Cumberbatch’in baş rolünü canlandırdığı Sherlock Holmes dizisinin jenerik müziği bize yolculuğumuz beklentilerini yeniden hatırlattı. 221B Baker Street’te bir zamanlar pansiyon olan ve 1815’te Georgian tarzından inşa edilmiş müze Sherlock Holmes’un yaşamının izlerini taşıyordu. Bu etkileyici karakterin asla değerini yitirmeyecek olan maceraları ise kentin adeta kıymetli bir parçası gibi…
Gezinin bir sonraki durağı rivayete göre Holmes’un de eğitim aldığı Cambridge. Öğrenci yerleşkesi olarak da tanımlanabilecek Cambridge, toplamda 31 kolej, çeşitli sanat, kültür ve bilim merkezlerine sahip canlı bir kamusallığa sahip. Yerleşim kimliğinin ve hatta kentsel hareketliliğin tamamlayıcısı Cam Nehri’nde kiralanan sandallar ile yapılan seyahat başka bir algılayış oluşturuyor hepimizde. Gezinti sonrasında şehir pazarında geçirilen vakit, tanıdık hediye eşya stantları, bölgeye özgü tatlar, ikinci el kitaplar güzel bir soluklanma vesilesi sağlıyor. Boylu boyunca uzayan tarihi sokaklarda park edilmiş bisikletler ise stantların oluşturduğu mekânsal etkiyi başka bir içerikte tamamlıyor.
Keşfetmenin dayanılmaz çağrısı ile ipin ucunu Tower Bridge’e kadar takip ettik. Nehir trafiğine çözüm olması amacıyla inşa edilmiş köprünün üzerinden yürürken aklımızda yer edecek son anı belki de iki yakalı bir şehrin sakini olarak suyun kentle oluşturduğu birliktelikten aldığımız tanıdık keyifti. Yine de birçok yapısal detayı içeren bu kentte ipin ucuna ulaşmak çok da mümkün değil.
2013 yılında Maltepe Üniversitesi İngilizce öğretmenliği bölümünden mezun olan Gizem Akın, 11 yıldır lise seviyesinde ingilizce öğretmenliği yapmaktadır. Akademik ve mesleki çalışmalarının yanı sıra yeni şehirler, ülkeler gezip görmeyi seviyor ve gezi notları tutuyor. Kendini geliştirmeyi ve hobilerine zaman ayırmayı sevdiğinden dublaj ve seslendirme üzerine Master eğitimi almaktadır. 2024 yılında Bahçeşehir Üniversitesi İngiliz Dili Eğitimi üzerine yüksek lisans eğitimine başlamıştır.
Kaynaklar
URL-1 https://www.expedia.co.uk/Leicester.dx7583
URL-2 https://lookup.london/regent-street-history-above/
URL-3 https://news.cbre.co.uk/once-in-a-generation-repurposing-of-iconic-oxford-street/